KamuMeb

Bakan Bozdağ'dan Haksız Tahrik Açıklaması

GÜNCEL

Yargıtay’ın Kurumsal Kapasitesinin Güçlendirilmesi Ortak Projesi Ulusal İçtihat Forumu’nda konuşan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, önemli açıklamalarda bulundu.

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, ''Son günlerde her evde, her iş yerinde, sokakta, televizyonda tartışılan bir başka hukuk müessesemiz var. Haksız tahrik müessesesi gerçekten büyük boyutlarıyla tartışılmaktadır. Daha önce de yine kadına karşı şiddet ve kadın cinayetleri konusunda da haksız tahrikle ilgili, takdiri indirim nedenleri tartışılmış, şimdi de diğer 29. maddedeki indirim nedenleri geniş bir boyutta tartışılmaktadır. Bu tartışmaları elbette faydalı görüyoruz. Doğru neticelerin ortaya çıkması hem Türkiye Büyük Millet Meclis’imize (TBMM) hem de içtihat oluşturan Yüksek Yargıtay'ımıza ve karar verici mahkemelerimize yol göstermesi bakımından elbette faydalı görüyoruz. Ama yüksek heyetinizin huzurunda ifade etmek isterim ki, haksız tahrikin uygulaması konusunda yaşanan tartışmalar, son Pınar Gültekin mahkemesinin kararıyla değil başkaca kararlarla da Türkiye'nin gündeminde çok yoğun yer aldı.

Çünkü sonuçta haksız tahrik müessesesi, yüzyıllardır olan ve bütün hukuk sistemlerinde varlığını koruyan bir müessesedir. Bu müesseseye hayatiyet kazandıracak, adalet duygusunu güçlendirecek, uygulamalara vesile kılacak, adaletsizliği önleyecek uygulamalara fren olacak bir içtihat ve bir değerlendirme elbette Yüksek Mahkemenin ve yargının da son derece üzerinde durması gereken bir konu olduğuna yürekten inandığımı burada ifade etmek isterim. Bunun sınırı, hududu nedir? Belli. Pek çok içtihat da var. Ama belli ki bu içtihatları bir kez daha gözden geçirmekte ve bu konularda daha kapsamlı değerlendirmelere Türkiye'mizin, Yüksek Yargıtay’ımızın rehberliğine bu konuda ciddi bir şekilde ihtiyacı var. Pek çok konuda olduğu gibi ben Yüksek Yargıtay’ımızın bu anlamda da yol açıcı, ön açıcı kararlara imza atacağına yürekten inanıyorum. Olaylardan ve kararlardan bağımsız olarak bunları ifade ediyorum. Öyle değerlendirilmesini de herkesten ifade etmek istiyorum. Haksız tahrik konusunun Türkiye'de tartışılmaya açılmasında son derece fayda gördüğümü buradan ifade etmek istiyorum. Bir soru sorarak da bu tartışmayı Yüksek Yargıtay'ımızın huzurunda Türkiye kamuoyunun dikkatine sunmak istiyorum. Sadece soru. Bir kanaatimi ifade etmeden. Tasarlayarak ya da canavarca hisle veya eziyet çektirerek kasten öldürme suçunun işlenmesi halinde tahrik nasıl uygulanmalı? Ya da uygulanmamalı mı? Uygulanacaksa bunun diğer suç tipleriyle acaba tasarlayarak ya da canavarca hisle ve eziyet çektirerek kasten öldürme suçunun cezai yaptırımı uygulanırken hepsi eşit mi olacak? Aralarında bir skala, bir kademelendirme olacak mı, olmayacak mı? Bunları tartışmakta bunlarla ilgili değerlendirmeler yapmakta ben son derece fayda görüyorum. Ceza hukukçularımızı da, hukukçularımızı da bu meselenin enine boyuna tartışılmasına davet ediyorum. Ve bu tartışmaların hem Meclis'imize hem de Yüksek Yargıtay'ımıza ve ilk derece mahkemelerimize büyük yararlar sağlayacağına yürekten inandığımı ifade etmek istiyorum. Haksız tahrik müessesesini doğru ve hakkı olan bir yere ve istikrarlı bir uygulamaya kavuşturmak, ne yaparsa yapsın TBMM hangi maddeyi düzenlerse düzenlesin eninde sonunda Yüksek Yargıtay’ımızın çok saygın üyelerinin vereceği ya da verdiği istikrarlı içtihatlarla mümkün olacaktır. Yolu siz açacak, istikameti siz gösterecek, rehberliği siz yapacak, ilk derecede ve istinafta görev yapan herkesi sizin verdiğiniz kararlar elbette aydınlatacak, aydınlatıcı olacaktır.

Türkiye’de kadın hakları ve kadına karşı şiddet konusunda son derece önemli adımlar attık. Gerçekten hem TCK hem de diğer mevzuatlarımızda önemli değerlendirmeler, önemli değişiklikler yapıldı. 765 sayılı TCK'nın kadınlara karşı işlenen bazı suçları siz daha çok iyi bileceksiniz. Kamuoyu bakımından ifade etmek istiyorum. Âdâbı umumiye ve nizâm-ı aile aleyhinde cürümler başlığı altında 8. babda düzenlendiğini görüyoruz. Cinsel saldırı suçu dahil pek çok cinsel nitelikli suçların kadına karşı değil de âdâb-ı umumiye ve nizâm-ı aile aleyhine işlenen cürümler olarak nitelendirildiğini hep beraber gördük. 5237 sayılı TCK bütün suçlar bakımından kadını birey kabul eden her suçun bu cinsel içerikli suçlar dahil âdâb-ı umumiye değil nizâm-ı aile aleyhine cürüm değil bizzat doğrudan kadın aleyhine işlenen suç olarak kabul eden ciddi bir felsefe değişikliğini beraberinde getirdi. Kasten adam öldürme suçunun üst soy ya da alt soydan birine karşı işlenmesi halinde bildiğiniz gibi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası veriliyordu. Yapılan son düzenlemelerle 5237’nin ilk hali ve devam eden yıllarda yapılan değişikliklerle eş ve boşanmış eş, kardeşe karşı işlenmesi halinde de nitelikli hal kabul edildi ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yaptırımına bağlandı. Son yaptığımız düzenlemeyle de biliyorsunuz kadına karşı kasten öldürme suçunun işlenmesi halinde failin ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla cezalandırılacağı çok açık ve net bir şekilde yasaya kondu. Bu, kadınlarımızı kasten öldürme suçuna karşı korumak için cezaların önleyici fonksiyonunun ceza yasamıza ve uygulamamıza yerleşmesi son derece önemli olduğunu buradan ifade etmek isterim. Öte yandan kasten yaralama suçunun da yine aynı şekilde üst soya alt soya karşı işlenmesi nitelikli halde bunun içerisine eşe karşı, boşanmış eşe karşı işlenmesi nedenini yine nitelikli haller arasına koyduk ve aile içi şiddeti resen takip edilen suçlar arasına aldık. Takibi, şikayete bağlı olan suçların dışarısına çıkardık. Biz kadına karşı şiddetle mücadele konusunda kadından yana tarafız. Bu noktada netiz ve her zaman ifade ettik. Sonuna kadar da bu taraflılığımızı ifade edeceğiz. Onun için de Anayasa’mızın 10. maddesine, kadınla ilgili konuları pozitif ayrımcılık olarak düzenledik ve kadınlar lehine yapılan düzenlemelerin Anayasa’mızın eşitlik ilkesine aykırı değerlendirilemeyeceğini net bir şekilde ifade ettik. Bundan sonra da Türkiye'mizde kadınlar lehine düzenlemeleri yapmaya, adımları atmaya, eşitliği sağlamak için gerekirse pozitif ayrımcılığı yapmaya tereddütsüz devam edeceğimizi buradan bir kez daha ifade etmek isterim.

Yargının kararları elbette eleştirilebilir. Bunda hiçbir şey yok. Eleştiriler yol gösterici olur, yapıcı olduğu takdirde. Ama şunu unutmamak lazımdır ki, ilk derece mahkemesi bir karar verdiğinde bu nihai bir karar değildir. Sonuçta adı üstünde ilk derece mahkemesi kararıdır. Bunun üzerinde istinaf yolu vardır. Onun üzerinde temyiz yolu vardır, temyiz mahkemesinin verdiği karar nihai karardır. Kesin karardır. Ortaya çıkan kararla bir dava bitmiş, neticelenmiş, kesinleşmiş olmaz. O nedenle de yargılama süreçlerinin sonuna kadar her konuda, her kararda takip edilmesinde Yüksek Mahkememizin nihai kararıyla nokta konuluncaya kadar sürecin yürüdüğünün bilinmesinde fayda vardır. Elbette hepimizi rahatsız eden kararlar olabilir. Ama bu kararlar eğer doğruysa istinaf ve Yargıtay teyit edecektir. Yok eksiği varsa istinaf ve Yargıtay düzeltecektir. Yok yanlışsa istinaf ve Yargıtay o yanlışa Anayasa ve yasalar çerçevesinde müdahale edecek ve o kararların doğru zemine oturtulmasına elbette katkı sağlayacaktır. O yüzden de bu konuda süreçlerin sağlıklı takip edilmesi, tartışmaların ve eleştirilerin hukukun somutluklarının gözetilerek hukuk içinde ve hukuka uygun biçimde yapılmasında son derece fayda olduğunu buradan ifade etmek isterim. Türkiye'nin buna ihtiyacı var.

Son tartışılan konuda elbette insan olarak benim de eminim ki pek çok kimsenin de vicdanı sızlamıştır. Ama hukuk, hukuk uygulamaları, vicdanların Anayasa, kanun, hukuk ve dosya ile bağlı olduğunu da Anayasa’mızın 138. maddesi amirdir. Bizim vicdanlarımız, elbette Anayasa’mıza, kanunlarımıza, hukukumuza ve dosyaya bağlı olarak hareket etmek ve bu çerçevede vicdani kanaatlerimizle hareket etmek her hukuk görevi yapanın ayrılmaz bir vazifesi olduğunu buradan bir kez daha ifade etmek isterim.

Bağımsız bir yüksek mahkeme olan Yargıtay adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başkaca bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Esasında son sözü söyleyen, noktayı koyan, esası ve hükmü son şekli ile tesis eden yer Yüksek Yargıtay’ımızdır. Bu nedenle de verdiği kararların önemi, ihtilafları çözmede, hakkın doğru tespitinde ve doğru hak sahibine tesliminde, kararlardaki isabet oranlarının yükseltilmesinde, adaletin adil bir biçimde tecellisinde, yargıya istikamet veren istikrarlı içtihatların oluşturulmasında Yüksek Yargıtay’ımıza ve yüksek mahkemelerimize son derece değerli ve büyük görevler düşmektedir. Bugüne kadar yüksek mahkemelerimiz ve Yargıtay’ımız bu anlamda ortaya koyduğu içtihatlarla Türk hukukunun gelişmesine, içtihatların oluşturulmasına ve bu anlamda da içtihatlarla yargıya istikamet verilmesinde son derece önemli rolleri oynamıştır.

Yargıtay’ımızın diğer bir adı da belki "Yüksek İçtihat Mahkemesi"dir dersek, yanlış yapmamış oluruz. Gerçekten de Türkiye’nin tek Yüksek İçtihat Mahkemesi, ceza ve hukuk yargılamalarında Yargıtay’ımızdır. Yüksek İçtihat Mahkemesi olarak Yargıtay ülkemizde hukukun geliştirilmesi, içtihat birliğinin sağlanması ve korunması ve hukuk birliğinin tesisi konusunda hayati öneme sahip görevleri ifa etmektedir. Yüksek İçtihat Mahkemesi Yargıtay’ımız bugüne kadar yaptığı içtihatlarla bu alanda son derece çığır açıcı kararlar vermiştir. Ama bu kararların tek başına yeterliliğinin olmadığı da bir hakikattir. Bizim bu alanda daha çok çalışan, daha çok üreten ve pek çok konuyu esasında içeriğiyle hududuyla açık, net ve somut sınırlarını belirleyen kararlara ihtiyacımız olduğu da bir hakikattir. Özellikle ceza yargılamasında, ceza sorumluluğunun esasları olan kast, taksir, meşru müdafaa, haksız tahrik, hata, hakaret ve benzeri kavramların hem içinin doldurulması hem de bunların sınırlarının açık, net ve somut bir biçimde tayin edilmesi görevi yargımızın özellikle Yüksek İçtihat Mahkemesi olan Yargıtay’ımızın önemli görevlerinden bir tanesidir.

Hiç şüphe yok ki kanun koymak, kanun değiştirmek, kanunları kaldırmak ve kanunların ülkenin her tarafından aynı şekilde bilinmesini sağlamak elbette TBMM’nin görevidir. Ama ceza ve hukuk davalarına ilişkin kanunları uygulamak ve bunlarla ilgili ülkenin her yerinde uygulama birliğini ve içtihat birliğinin sağlamak tartışmasız yargının özellikle Yargıtay’ımızın görevidir. Zira kanunda ne yazarsa yazsın bunlara hayatiyet veren, somut olaya bunları uygulayan ve bunların ne anlama geldiğini içtihadıyla ortaya koyan Yüksek Yargıtay’ımızdır. İlk derece mahkemelerimiz kararları ile istinaf da kararları ile bu anlamda son derece önemli görevleri ifa etmektedir.

Taksir, bilinçli taksir, olası kast ve kast bunlar ceza hukukunun, ceza sorumluluğu gerektiren temel esaslarına ilişkin son derece önemli kavramlar. Hemen hemen her ülkede de bu kavramlar var, kanun yazıyor kavramı ama bu kavramın içinin doldurulması ve bunların her birinin hudutlarının açık, net, somut tayin edilmesi hiç şüphesiz yargının görevidir. Eğer kast olan bir konuya olası kast, olası kast olan bir şeye bilinçli taksir, bilinçli taksir olan taksir dersek o zaman verilen karar ne olursa olsun büyük bir haksızlığa ve cezada da hak edilmeyen bir indirime yol açmış oluruz. Eğer taksir olan şeye bilinçli taksir, yahut bilinçli taksir olana, olası kast, olası kasta da kasıt dersek bu seferde hak etmediği cezayı almasına yol açarız ki bu da son derece büyük haksızlıklara yol açar. Yargıya güvenin ve yargıdan memnuniyetin artması da esasında bu kavramların muhteva ve sınırları konusundaki belirsizliklerin ortadan kaldırılması ile doğrudan ilgilidir.

Bir ülkede kanunların son derece iyi olması uygulamanın son derece iyi olması anlamına gelmediğini hepimiz biliyoruz. Uygulamadaki bu ihtilafları çözecek olası kast dediği zaman kürsüdeki hakimin, istaftaki hakimin, heyetin, hepsinin kafası çok çok net olmalı. Ama öyle örneklere rastlıyoruz ki bu konularda kafalarda netliğin oluşmadığını hep beraber müşahede ediyoruz. Bazı olayları Yargıtay’ımızın önüne geldiğinde Yargıtay’ımız verdiği kararlarla ve içtihatlarla yönlendiriliyor ve düzeltiliyor. Ama esasında Yargıtay’ımıza bu kavramların içini doldurma ve hudutlarını tayin etme konusunda adeta bir yasama gibi adeta büyük bir güç aktarıldığını da buradan ifade etmek isteriz. Çünkü bu kavramın tanımı kanunda yazmıyorsa bu tanımı elbette yargı yapacak. Sınırlarını kanun çizmiyorsa sınırları elbette yargı çizecek. Ama bu sınırları çizerken belirsizlikleri ortadan kaldıracak. Uygulayıcıların kafasını aydınlatıcı ve net bir şekilde hadiseye bakmasını sağlayıcı bir değerlendirmeyi, içtihadı ortaya koymak son derece önemlidir. Bu konuların hepsinde içtihatlar var. Siz gayet iyi biliyorsunuz, biz de biliyoruz. Ama bütün bunlara rağmen bu içtihatların uygulamadaki sorunları gidermediğini de ve pek çok farklı konuda farklılıkların ortaya çıktığını da hep beraber görüyoruz. Onun için bu gibi konularda “dün içtihadımız vardı, bugün bunu ele almayalım.” anlayışı yerine, bence gerektiğinde yeniden yeniden ele almaya, yeniden yeniden değerlendirme, yeniden tekrarlamaya, muhtevasını ve sınırlarını belirtme konusunda ve bunu yeniden yeniden ortaya koymaya çok ciddi manada bizim yargımızın ihtiyacı vardır. Çünkü bu yol göstericilik, bu rehberlik bizim içtihat, mahkememizin en başta gelen görevlerinden bir tanesidir.

Bir ülkede kanunların son derece iyi olması uygulamanın son derece iyi olması anlamına gelmediğini hepimiz biliyoruz. Uygulamadaki bu ihtilafları çözecek “olası kast” dediği zaman kürsüdeki hakimin, istinaftaki hakimin, heyetin, hepsinin kafası çok çok net olmalı. Ama öyle örneklere rastlıyoruz ki bu konularda kafalarda netliğin oluşmadığını hep beraber müşahede ediyoruz. Bazı olayları Yargıtay’ımızın önüne geldiğinde Yargıtay’ımız elbette verdiği kararlarla ve içtihatlarla yönlendiriliyor ve düzeltiliyor. Ama esasında Yargıtay’ımıza bu kavramların içini doldurma ve hudutlarını tayin etme konusunda adeta bir yasama gibi adeta büyük bir güç aktarıldığını da buradan ifade etmek isteriz. Çünkü bu kavramın tanımı kanunda yazmıyorsa bu tanımı elbette yargı yapacak. Sınırlarını kanun çizmiyorsa sınırları elbette yargı çizecek. Ama bu sınırları çizerken belirsizlikleri ortadan kaldırıcı, uygulayıcıların kafasını aydınlatıcı ve net bir şekilde hadiseye bakmasını sağlayıcı bir değerlendirmeyi, içtihadı ortaya koymak son derece önemlidir. Bu konuların hepsinde içtihatlar var. Siz gayet iyi biliyorsunuz, biz de biliyoruz. Ama bütün bunlara rağmen bu içtihatların uygulamadaki sorunları gidermediğini de ve pek çok farklı konuda farklılıkların ortaya çıktığını da hep beraber görüyoruz. Onun için de bu gibi konularda “Dün içtihadımız vardı, bugün bunu ele almayalım.” Bence gerektiğinde yeniden yeniden ele almaya, yeniden yeniden değerlendirmeye, yeniden tekrarlamaya, muhtevasını ve sınırlarını belirtme konusunda ve bunu yeniden yeniden ortaya koymaya çok ciddi manada bizim yargımızın ihtiyacı vardır. Çünkü bu yol göstericilik, bu rehberlik bizim içtihat mahkememizin en başta gelen görevlerinden bir tanesidir.

Hiç şüphe yok ki kanun koymak, kanun değiştirmek, kanunları kaldırmak ve kanunların ülkenin her tarafından aynı şekilde bilinmesini sağlamak elbette TBMM’nin görevidir. Ama ceza ve hukuk davalarına ilişkin kanunları uygulamak ve bunlarla ilgili ülkenin her yerinde uygulama birliğini ve içtihat birliğinin sağlamak tartışmasız yargının özellikle Yargıtay’ımızın görevidir. Zira kanunda ne yazarsa yazsın bunlara hayatiyet veren, somut olaya bunları uygulayan ve bunların ne anlama geldiğini içtihadıyla ortaya koyan Yüksek Yargıtay’ımızdır. İlk derece mahkemelerimiz kararları ile istinaf da kararları ile bu anlamda son derece önemli görevleri ifa etmektedir.

Taksir, bilinçli taksir, olası kast ve kast bunlar ceza hukukunun, ceza sorumluluğu gerektiren temel esaslarına ilişkin son derece önemli kavramlar. Hemen hemen her ülkede de bu kavramlar var, kanun yazıyor kavramı ama bu kavramın içinin doldurulması ve bunların her birinin hudutlarının açık, net, somut tayin edilmesi hiç şüphesiz yargının görevidir. Eğer kast olan bir konuya olası kast, olası kast olan bir şeye bilinçli taksir, bilinçli taksir olan taksir dersek o zaman verilen karar ne olursa olsun büyük bir haksızlığa ve cezada da hak edilmeyen bir indirime yol açmış oluruz. Eğer taksir olan şeye bilinçli taksir, yahut bilinçli taksir olana, olası kast, olası kasta da kasıt dersek bu seferde hak etmediği cezayı almasına yol açarız ki bu da son derece büyük haksızlıklara yol açar. Yargıya güvenin ve yargıdan memnuniyetin artması da esasında bu kavramların muhteva ve sınırları konusundaki belirsizliklerin ortadan kaldırılması ile doğrudan ilgilidir.

Bir ülkede kanunların son derece iyi olması uygulamanın son derece iyi olması anlamına gelmediğini hepimiz biliyoruz. Uygulamadaki bu ihtilafları çözecek “olası kast” dediği zaman kürsüdeki hakimin, istinaftaki hakimin, heyetin, hepsinin kafası çok çok net olmalı. Ama öyle örneklere rastlıyoruz ki bu konularda kafalarda netliğin oluşmadığını hep beraber müşahede ediyoruz. Bazı olayları Yargıtay’ımızın önüne geldiğinde Yargıtay’ımız elbette verdiği kararlarla ve içtihatlarla yönlendiriliyor ve düzeltiliyor. Ama esasında Yargıtay’ımıza bu kavramların içini doldurma ve hudutlarını tayin etme konusunda adeta bir yasama gibi adeta büyük bir güç aktarıldığını da buradan ifade etmek isteriz. Çünkü bu kavramın tanımı kanunda yazmıyorsa bu tanımı elbette yargı yapacak. Sınırlarını kanun çizmiyorsa sınırları elbette yargı çizecek. Ama bu sınırları çizerken belirsizlikleri ortadan kaldırıcı, uygulayıcıların kafasını aydınlatıcı ve net bir şekilde hadiseye bakmasını sağlayıcı bir değerlendirmeyi, içtihadı ortaya koymak son derece önemlidir. Bu konuların hepsinde içtihatlar var. Siz gayet iyi biliyorsunuz, biz de biliyoruz. Ama bütün bunlara rağmen bu içtihatların uygulamadaki sorunları gidermediğini de ve pek çok farklı konuda farklılıkların ortaya çıktığını da hep beraber görüyoruz. Onun için de bu gibi konularda “Dün içtihadımız vardı, bugün bunu ele almayalım.” Bence gerektiğinde yeniden yeniden ele almaya, yeniden yeniden değerlendirmeye, yeniden tekrarlamaya, muhtevasını ve sınırlarını belirtme konusunda ve bunu yeniden yeniden ortaya koymaya çok ciddi manada bizim yargımızın ihtiyacı vardır. Çünkü bu yol göstericilik, bu rehberlik bizim içtihat mahkememizin en başta gelen görevlerinden bir tanesidir.

Elbette ki uygulamada bunları hep birlikte değerlendirmek ve sonuçları ona göre ortaya koymakta fayda vardır. Küfür, sinkaf, hakaret, şöhretli bir insan olsun, dağdaki çoban olsun, sanatçı olsun, siyasetçi olsun kimsenin tahammülü ile sorumlu olduğu bir konu değildir. Öyle bir şey olamaz. Benim anneme sövecek, sinkaf edecek, bana sinkaf edecek, eşime edecek, çocuklarıma edecek, “ben siyasetçiyim senin katlanma yükümlülüğün var.” Öyle bir değerlendirmeye AİHM’in kararları da hak vermiyor, Yargıtay’ımızın içtihatları da hak vermiyor. Onun için bunun sınırlarını kim tayin edecek. Bunun sınırlarını yüksek yargımız, Yargıtay’ımız tayin edecek ki bu tartışmaları çok net bir şekilde bitirmek lazım. Avrupa Birliği’nden ülkemizi ziyarete gelen bir heyetin önüne Türkiye ile ilgili bazı hakaret konularına ilişkin kararları sorduklarında onların önüne İngilizcesini koydum. Gelen heyet okudu ve dedi ki, “Bunların hepsi bizde de suç.” Dünyanın neresinde olursa olsun, her demokratik hukuk devletinde sinkaf suçtur, suç olmayan ülke yoktur. Başka ülkelerde az olması bu tür fiillerin olması onlara yargının hoşgörülü davrandığından değil esasında bu fiillerin az işlenmesinden ya da hiç işlenmemesinden kaynaklanıyor. Bu nedenle bunun muhtevasının tayininde de elbette yüksek yargımıza son derecede büyük görevler düştüğüne yürekten inanıyorum.

Türkiye’de hakaret suçuyla ilgili de hakaret kavramının muhtevası ve hudutları konusunda da çok ciddi tartışmalar yaşanıyor. Bu tartışmaları da ancak yargımız bitirebilir. Biz bitiremeyiz, Meclis de bitiremez. Ancak kanun çıkarabiliriz ama uygulamaları yapan Yüksek Yargımız, içtihadı ortaya koyan Yüksek İçtihat Mahkemesi, Yargıtay’ımızdır. Hakareti, TCK suç olarak tanzim etmiş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) eleştiri maksadıyla yapılan bir takım değerlendirmelerin suç sayılmasını, hak ihlali olarak kabul etmiş. Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi bireysel başvurulara verdiği kararlarda da hak ihlalleri ortaya koyuyor. Ama burada bu hak ihlalinin hududu ve muhtevası onun da tayine ihtiyaç var. Bizim hukuk sistemimizde eleştiri maksadıyla yapılan düşünce açıklamalarının suç olmadığı, düşünceyle irtibatlı hemen hemen her ceza hükmünün altında ayrı bir fıkra olarak yazmaktadır. Esasında buna da ihtiyaç yok. Ama uygulamada yaşanan sorunlar nedeniyle bir dönem bunları açık açık yazma gereği duyuldu ve bu tartışmalar Türkiye’de bitti mi? Yine bitmedi. Ağır eleştiri, şok edici eleştiri eğer bir düşünceyi ifade etmek için yapılıyorsa buna elbette herkes katlanacak. Meşhur olmaya gerek yok, siyasetçi olmaya gerek yok. Hepimiz yapıcı eleştiriye açık olmalı hatta bu eleştirilerin ağır olması, şok edici olması konusunda da sabır göstermemiz gerekir. Ama öte yandan hakaret olan, sinkaf olan bir konuyu, ağır eleştiri, şok edici eleştiri kapsamında değerlendirmenin bizim hukukumuz anlamında da yeri olmadığına kanaatindeyim. Çünkü eğer TCK, hakareti, sinkafı, küfür etmeyi, kişilerin onur ve haysiyetine haksız yere saldırmayı, ağır eleştiri, şok edici eleştiri kabul etmiş olsaydı o zaman 125. maddeyi düzenlemezdi. 125. maddenin varlığı bu ikisinin birbirinden ayrı olduğunu yasa koyucunun ifadesi anlamındadır.

Elbette ki uygulamada bunları hep birlikte değerlendirmek ve sonuçları ona göre ortaya koymakta fayda vardır. Küfür, sinkaf, hakaret, şöhretli bir insan olsun, dağdaki çoban olsun, sanatçı olsun, siyasetçi olsun kimsenin tahammülü ile sorumlu olduğu bir konu değildir. Öyle bir şey olamaz. Benim anneme sövecek, sinkaf edecek, bana sinkaf edecek, eşime edecek, çocuklarıma edecek, “Ben siyasetçiyim senin katlanma yükümlülüğün var.” Öyle bir değerlendirmeye AİHM’in kararları da hak vermiyor, Yargıtay’ımızın içtihatları da hak vermiyor. Onun için bunun sınırlarını kim tayin edecek. Bunun sınırlarını Yüksek Yargımız, Yargıtay’ımız tayin edecek ki bu tartışmaları çok net bir şekilde bitirmek lazım. Avrupa Birliği’nden ülkemizi ziyarete gelen bir heyetin önüne Türkiye ile ilgili bazı hakaret konularına ilişkin kararları sorduklarında onların önüne İngilizcesini koydum. Gelen heyet okudu ve dedi ki, “Bunların hepsi bizde de suç.” Dünyanın neresinde olursa olsun, her demokratik hukuk devletinde sinkaf suçtur, suç olmayan ülke yoktur. Başka ülkelerde az olması bu tür fiillerin olması onlara yargının hoşgörülü davrandığından değil esasında bu fiillerin az işlenmesinden ya da hiç işlenmemesinden kaynaklanıyor. Bu nedenle bunun muhtevasının tayininde de elbette Yüksek Yargımıza son derecede büyük görevler düştüğüne yürekten inanıyorum.

Yargıtay Başkanımız Sayın Mehmet Akarca'nın ve ekibinin bu alanda Türkiye’de yeni bir adıma imza atacaklarını tahmin ediyorum. Çalışmalarını biz de Bakanlık olarak takip ediyoruz. Türkiye’de ilk derece mahkemelerinden başlayarak istinaf, Yargıtay, Avrupa Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kararları dahil bunların benzer ya da yakın formatlarla ortaya çıkması ve bu kararlarda bir düzen ve intizamın oluşması son derece önemli ve bu konuda da öncülüğün Yargıtay’ımız da olduğuna ben yürekten inanıyorum. 5 bin sayfa, 10 bin sayfa karar yazma devrini artık bitirmek lazım. Kopya, kes, yapıştır dönemini de sona erdirmek lazım. Esasında gerekçe o karara karşı olanın dahi okuduğunda bu karar ben karşıydım ama hakikaten doğruymuş diye bittiğinde hüküm vereceği şekilde karşı olanı ikna eden, ceza alanı da ya bu karar sağlam gerekçelere dayanıyor diye diliyle söylemese bile kalbiyle bunu en azından tasdik eden bir noktaya getirmesi lazım. Onun için de bu konuda kararın gerekçesi ve yazım tarzı, kararın yazım tarzı bu açıdan son derece önemli. Gerekçeyi göreceğim ki okuyacağım. Binlerce sayfanın içerisinde o gerekçeyi bulmak kuyu kazmak gibi bir şey. Herkes hukukçu değil, öyleyse biraz da buna hassasiyet göstermekte herkesin bu kararları okuyanların hukukçular olmadığını başkalarının da okuduğunu değerlendirerek biraz ona muhataba göre de değerlendirmekte fayda olduğunu ifade etmek isterim.'' dedi.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.