Rehberimiz, Protestan Bosnalıların Katoliklik mezhebine geçmeleri karşılığında, Papalık tarafından aylık 100 Euro maaş bağlandığı bilgisini paylaştı. Aileden 4-5 kişi bu şekilde mezhep değiştirirse, geçinmeye yetecek kadar paraları oluyormuş. Papalığa bakar mısınız, parayla insanların inançlarını bile satın alıyor. Ayrıca; Mostar Köprüsünü de Sırpların değil, Hırvatların yıktığını anlattı. Bildiğimizin aksine, Mostar’ın yüzde yetmişi Hristiyanlardan oluşuyor. Mostar Köprüsü ziyaretimizde, hırsızlık ihtimaline karşı çantalarımız önümüzdeydi. Cuma Camii ziyareti ardından, burada meşhur olan Boşnak Böreği yedik. Bizim böreklerimizden çok farklı ve özel olduğunu söyleyemem.

Saraybosna’ya girerken etrafımızda, Bosna katliamının izlerini taşıyan, kurşunlanmış çok sayıda bina gördük. Ardından, Bosna’nın kalbi olan “Başçarşı’yı gezdik. Öyle kalabalık ki insan yürümekte zorlanıyor.  Yerel Rehber Sanya, güzel anlatımı ve neşesiyle güzel bilgiler aktardı. Tarihi Osmanlı Sebili’nden su içtik. Ve tabi, Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in kabrini ziyaret ettik, dualar ettik. Sabah kahvaltısı sonrası Sırbistan’a doğru yola çıktık fakat navigasyonun azizliğine uğradık. Otobüsümüzün geçemeyeceği kadar dar bir yola girdiğimiz için ortalık karıştı. Bölge Sırp Kantonuydu ve çevredekiler bizlere hiç de sevgi ile bakmıyorlardı. Allah’tan, Muzaffer isimli bir Müslüman trafiği durdurup başka yönlere yönlendirdi, kaptanımız da gemisini, geri geri gelerek kurtardı.

Ve Sırbistan topraklarındayız. Nikola Tesla gibi bir dâhinin memleketi. Her yer, Kosova da olduğu gibi dümdüz ova. Tarlalar ekili, göze en çok çarpan mısır. Beograd, yani Belgrad, beyazşehir demekmiş. Belgrad; büyük, modern bir şehir. Ana caddesini gezdikten sonra Belgrad Kalesi’ne ulaştık. Tuna ve Sava Nehirleri burada birleşiyor. Damat Ali Paşa Camii ve Türbesini ziyaret ettik, dualar okuduk. Belgrad’da çay içecek mekân ararken bir kafeye girdik. Kem küm derdimizi anlatmaya çalışırken garson kız “Abi, Ben Türküm, Gaziantepliyim, Elhamdülillah, rahat olun” dedi. Çok da güzel çayları vardı. Arkadaşlar, marka ayakkabılar Türkiye’ye göre ucuz olduğu için alışveriş yaptılar. O gece Sırbistan’da kaldık ve sabah Bulgaristan’a doğru yola çıktık.

Bulgaristan, Avrupa’da yolsuzluğun en fazla olduğu ülkeymiş. Gerçi, Hırvatlar hariç, maalesef rüşvetin olmadığı bir ülke de duymadık. Bulgaristan’da Avrupa’nın ikinci, Dünyanın beşinci büyük katedrali olan Aleksandır Nevski Kilisesini ziyaret ettik. Otobüsten inip ilk gördüğümüz yerden kiliseye bakınca, ilk aklıma gelen “iki yanına iki minare ne de çok yakışır” oldu. Ardından 1567 yılında Mimar Sinan tarafından yapılan ve ibadete açık tek cami olan Banyabaşı Camii’nde namaz kıldık. Caminin yakınında musluklarından sıcak sular akan bir çeşme vardı. Anladığım kadarıyla, Mimar Sinan, camiden önce buraya bu sıcak suyu kullanarak hamam yapmış. Halk bu hamama banya yani banyo demiş olabilir. Cami de hemen hamamın yanında olduğu için “Banyabaşı Camii” denmiş olabilir. Yıkılmış ama yirmi kadar musluktan akmaya devam eden sıcak suyu, insanlar bidonlara doldurup götürüyorlar. Belli ki bu sıcak su bir şifa kaynağı. Birkaç yudum da biz içtik. Şebinkarahisarlı birinin lokantasında Türk yemekleri yedik. Yemekler çok lezzetliydi. Başkent Sofya gezisi sonrası, rotamızı Kapıkuleye, memlekete çevirdik.

Gezdiğimiz dokuz balkan ülkesinin sokaklarında “sokak köpeği” hiç görmedik desem yeridir. Gördüğümüz birkaç hayvanın da tasması, sahiplerinin elindeydi. “Sokak kedisi” sayısı da üçü beşi geçmez. Bizim sokaklarımızda dört milyon başıboş hayvanın varlığını düşününce “sokak köpeği, sadece Türkiye de yaşayan bir tür mü(!)” diye sormadan edemiyor insan.

Osmanlı; Camileri, köprüleri, çarşıları, çeşmeleri, hanlarıyla, bıraktığı eserleriyle Balkanlarda hâlâ var. Bu kadar zor bir coğrafyada kendini kabul ettirmesi ve atadığı bir valiyle bile, bazı bölgeleri nasıl yönettiği araştırılmıştır mutlaka. Böyle araştırma ve incelemeler yapan, tezler yazanlardan olmasak da şunu biliyoruz ki, bizler büyük bir medeniyetin mensuplarıyız. Kim ne derse desin, başka imparatorlukların, günümüz batı devletlerinin yaptığı ve yaptırdıklarına baktığımızda, 1995’te Bosna’ya, öncesinde Ruanda’ya, bugün sadece Gazze’ye baktığımızda bile kibirli Batı’nın bize söyleyecek sözü olamaz. Yine de söylerlerse bir “hadi ordan” çekeriz, rahatlıkla.

Balkan gezilerinde en büyük sıkıntı ne derseniz ilk cevabım tuvaletler olur. Çoğu kirli ve hijyenik değil. Birkaç Türk tesisi hariç tamamına yakınında, klozetler alafranga yapılmış ve taharet musluğu bulunmuyor. Gerçek temizliğin ancak su ve sabunla yapıldığını bildikleri halde, inatla wc’lerini bu şekilde yapmalarını nasıl açıklamalı, bilmiyorum. Bir başka husus da belirlenen programa yetişmek için sürekli bir koşturmaca hali ve bunun sonucunda uzun otobüs yolculukları sonucu şişen ve ayakkabının olmadığı ayaklar…

Elbette bu satırlarda olmayan ve fakat Balkanlarda daha gidip görülecek çok eser, çok yer var. Kalkandelen’li Çaycının da dediği gibi, Balkan coğrafyasını daha çok ziyaret etmemiz elzemdir. Bu ziyaretler sonunda “vay be, biz neymişiz aga!” dediğimizde dahi kendimize olan güvenimiz artacak, dizlerimize derman gelecektir. Oralardaki varlığımızı, oralara daha çok giderek, daha çok sahip çıkarak devam ettirmemiz lazım. Bu anlamda TİKA’nın yaptığı işler, alkışlanacak işlerdir…

Es-selam…

Ömer Emir DOĞAN

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Bilal Tan 2 ay önce

Ömer hocam elinize sağlık,Balkanları geçmişi ile insanımıza ve özellikle gençlerimize tanıtmak çok önemli. Ulu çınarların kökleri onları taşıyacak boyutta derinlerdedir. Onların gölgesinde bir çay içimi zaman diliminde dinlenmek bile ayaklarımızı saglam basmak ve geleceğe güvenle bakmak açısından önemlidir.